openGlobalRights-openpage

Türkiye ve Yeni Osmanlıcı İnsan Hakları Yaklaşımı

Erdoğan, Türkiye için dünya genelindeki Müslümanların haklarını koruyucu bir rol oluşturmaya çalışırken, kendi ülkesi sınırları içindeki muhalif görüşlüleri cezalandırmaktadır. 

Nukhet A. Sandal
17 June 2013

Türkiye, işleyen demokrasisi ve ordunun kamusal alanda etkisinin belirgin biçimde azalmış oluşuyla Arap uyanışından beri birçok komşusu için bir model teşkil etmiştir. Batının ticari ve siyasi çevreleri, küresel çapta hoşnutsuz Müslüman nüfusu canlandıracak potansiyele sahip,  piyasa çıkarları yanlısı bir lider gördükleri için sevinmişlerdir. Ancak Başbakan Tayyip Erdoğan hükümetinin, son haftalarda barışçı eylemcileri biber gazı ve tazyikli su kullanarak aşırı sert girişimlerle eylem alanlarından uzaklaştırmaya çalışması Türkiye'yi, sıklıkla Amerika Birleşik Devletleri’ne de yöneltilen tarzda iki yüzlülük suçlamalarına maruz bırakmaktadır.

O halde bir ülke, kendi vatandaşlarının haklarını çiğnerken nasıl başkalarına insan hakları konusunda önderlik edebilir?

Türkiye, bir zamanlar Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya'yı 600 yıldan fazla süreyle egemenliği altında tutan Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezinde yer almaktadır.  Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik adlı kitabında ana hatları belirtilmiş olan  yeni dış politika, ülkenin Osmanlı zamanındaki coğrafi ve tarihi kimliğinin yeniden keşfedilmesine duyulan ihtiyaca dayanmaktadır. Davutoğlu, Türkleri, Kürtleri, Boşnakları, Arnavutları ve Arapları birbirine bağlayan bir “tarihi birliğin büyük çaplı restorasyonundan” ve yeni bir insan hakları söyleminin oluşturulması gerekliliğinden bahsediyor. Bu yeni dış politika yaklaşımı, medya ve birçok uzman tarafından "Yeni Osmanlıcı" olarak anılıyor olmasına karşın, devlet adamları bu terimden emperyalist çağrışımlarından ötürü hoşlanmamaktadırlar. Ancak bu terim, Türkiye hükümetinin insan hakları anlayışını da kusursuz bir biçimde tanımlamaktadır.

Yeni Osmanlıcı insan hakları anlayışına göre,  yurt içinde otoriter olup yurt dışında Müslüman haklarıyla ilgili öğütler vermek arasında doğal bir tutarsızlık bulunmamaktadır. Ülke içerisinde farklı görüşlere karşı gösterilen hoşgörü oldukça düşük seviyede olup, Başbakan, Osmanlı sultanlarını yakından andıran bir şekilde alkol tüketiminden sezaryen doğuma kadar günlük hayatın her alanını kontrol etmeye çalışmaktadır.  Nitekim, Türkiye, gazeteci gözaltı ve tutuklama vakalarının sıklığı bakımından İran’ı ve Çin’i geride bırakalı uzun süre oldu. Ancak, ülke içerisindeki bu otoriter çizgi, insan haklarıyla ilgili görüntüyü daha da karmaşık hale sokan bazı beklenmedik gelişmeleri de beraberinde getirdi. Yeni siyasi elit, ülkeyi dışarıya bir medeniyetler beşiği olarak tanıtmak ve ülkenin dünya piyasasındaki cazibesini artırmak amacıyla, Türkiye'de yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudi topluluklarını içeren dini ve etnik azınlıkların hakları meselelerini daha yoğun biçimde ele aldı. Türkiye siyasetçileri, Cumhuriyet tarihi boyunca süregelmiş olan bir tabuyu yıkarak Kürt gerillalarla da görüşmeye başladı. Bu yaklaşım, Türkiye hükümetlerinin otokton Kürt varlığını artık reddedemeyeceği, kaynakların zengin olduğu bir bölgede, ülkeyi daha güçlü bir konuma getirerek  somut ekonomik faydalar sunmaktadır. Kısaca, AK Parti hükümetinin ülke içerisinde yaptığı girişimler ekseriyetle faydacı piyasa kaygıları ile şekillenmiştir.

Hükümetin İslami konularda öncülük etmeye dair bir arzusunun bulunduğu da şüphe götürmez bir gerçektir. Türkiye, modern İslami düşünceyi şekillendirme konusunda başı çekmeye başladı. Yakın zamanda, ilahiyatçılar tarihi bağlamları ve bugünkü anlamlarını da kapsamak üzere önemli hadislerden oluşan yedi ciltlik bir ansiklopedi hazırladı. Proje başkanı ve Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Özafşar: "İslam dünyasında farklı perspektifler var ve bazıları yeni fikirlere açık değil. Türklerin kendilerine has bir İslam kültürü fikirleri bulunmaktadır," demiştir. Diğer Müslüman ülkelerde kullanılmak üzere halen farklı dillere çevrilmekte olan bu ansiklopedi, kızların eğitim hakkı gibi insan haklarıyla ilgili bölümler de içermektedir.

Türkiye, dünyadaki Müslüman azınlıkların haklarını desteklerken, bir NATO üyesi olarak 11 Eylül sonrası terörizmle ilgili meselelerde ihtiyatlı tavrını sürdürmektedir.  Mesela Türkiye siyasetçileri, Rusya ile karşı karşıya gelmemek için Çeçenlerle ilgili herhangi bir açıkça destekleyici beyanatta bulunmaktan kaçınmaktadırlar. Ancak, Erdoğan, Çin'in Uygurlara karşı gösterdiği muamelenin neredeyse soykırımdan farksız olduğunu ifade ederek Çin'deki Müslüman Uygur nüfusu hakkında  açık bir şekilde konuşmuştur. Ayrıca Myanmar'da Türkiye’nin yapmış olduğu yardım, Birleşmiş Milletler yardımının dışında Müslüman Rohingya mültecilerine diğer bir ulus tarafından yapılan ilk yardım olma özelliği taşımaktadır. Göze çarpan uluslararası girişimlerde, diğer gelişmekte olan güçler de Türkiye'nin doğal müttefikleri olarak yanında yer almışlardır. Bunun bariz bir örneği, Brezilya ve Türkiye'nin 2010'daki İran ile nükleer konularda anlaşma yapmak üzere ortak girişimleridir. Brezilya ve Türkiye, BM Güvenlik Konseyi'nin İran'a uyguladığı yaptırımlara karşı çıkmış ve diplomatik bir çözüm için müzakerede bulunmaya çalışmışlardır. Bu girişim başarıyla sonuçlanmamış olsa da, etkin bir şekilde alternatif çözüm yolları arayan gelişmekte olan bir diplomatik ağın olduğunu göstermiştir.

Türkiye, bu konuda ara sıra yapılan eleştirilere rağmen, iç savaştan kaçan binlerce Suriyeli mülteciye diğer birçok ülkeye kıyasla çok daha iyi davranmıştır. Erdoğan hükümeti, aynı zamanda Filistinlilerin en etkin destekçilerinden biri olmuş ve Türkiye, Filistin'de büyükelçisi olan ilk ülke olmuştur. Mavi Marmara’ya (İsrail ablukasına rağmen Gazze'ye yardım götürme teşebbüsünde bulunan Türkiye filosu) yapılan İsrail saldırısı üzerinde yapılan tartışmalara rağmen Erdoğan, İsrail'in ablukayı azaltacağına dair sözünü yerine getirmesinden emin olmak için Gazze'ye tekrar gitmeyi taahhüt etmişti. Her ne kadar, Avrupa ve Orta Doğu'da birçok siyasi lider Gazze ve Batı Şeria’daki insan hakları meselelerine değinmiş olsa da, hiçbiri Erdoğan kadar etkili bir rol oynayamamıştır. Bunun başlıca sebebi, Arap olmayan bir Müslüman çoğunluğa sahip Türkiye’nin, bir bölgesel güç olarak kendinden emin bir dış siyaset gündemine sahip olan ülke kimliği taşımasıdır. Malezya ve Tunus gibi farklı ülkelerin Müslüman liderleri, bu liderlik rolüne ilk etapta olumlu yanıt vermişler ve Türkiye'yi  bir model olarak görmüşlerdir. Ancak, hükümetin son günlerdeki barışçı protestolarla başa çıkma biçimi, en iyimser camiaları bile bu hararetli insan hakları söylemlerinin samimiyeti ve tutarlılığı hususunda ciddi bir şüpheye düşürmüştür.

Yeni Osmanlıcı insan hakları anlayışı ve dünya genelindeki Müslümanlarla dayanışma yapma prensibinin ağır basması, Türkiye'yi haklar konusunda izlenen batılı düşünce yapısından doğrudan uzaklaştırma potansiyeline sahiptir. Örneğin 2009’da Türkiye’de hükümet,  Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından insanlığa karşı suç işlemekle ve soykırım yapmakla suçlanan  Sudan devlet başkanı Ömer el-Beşir’i ağırlama kararı almıştır. Türkiye başbakanı bu kararı "Bir Müslüman asla soykırım yapamaz" ifadesiyle savunarak hak ihlalleri konusunda kategorik ve dine dayanan bir anlayış ve hüküm sergilemiştir. Erdoğan bu açıklamaları ile Türkiye'nin resmen taraf olmadığı Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin meşruiyetine karşı açıkça tavır koymuştur. Türkiye, mahkeme üyeliğini bir gereklilik olarak benimsememiş olup halen alternatif oluşumlara katılım yoluyla, sahip olduğu uluslar aşırı rolü yeniden tanımlama sürecindedir. Bununla birlikte Türkiye, AB üyeliğini de artık bir "zorunluluk" olarak görmemekte ve siyasetçiler ülkenin rotasını "doğuya" yönelterek, Şanghay İşbirliği Örgütü ve Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği'ne katılma olasılığını değerlendirmektedirler.  Bu durum, Avrupa Birliği'nin üyelik müzakere sürecinde yavaş hareket etmesinin altında, çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeyi birliğe kabul etmeye isteksiz bir "Hıristiyan Kulübü" olmasının yattığının Türkiye’de politikacılarca birçok kez ileri sürüldüğü dikkate alındığında şaşkınlık yaratmamaktadır. Nitekim, Erdoğan, zamanında Avrupa  İnsan Hakları Mahkemesi’nin kadınların baş örtüsü takıp takmaması konusunda hüküm vermeye yetkisinin olmadığını, bunun din adamlarını ilgilendiren bir konu olduğunu belirtmiştir.

AK Parti hükümetinin arzusu, dünyadaki Müslüman nüfusla ilgili meseleler konusunda görüş bildirmek ve bunlarla ilgilenmenin yanı sıra, kendi meşruiyetini açıkça sorgulamayan toplum kesimleriyle uzlaşmak olmuştur. Bu süreçte olumlu ekonomik göstergelerin de desteğiyle Türkiye siyasetçileri, var olan insan hakları anlayışına meşru bir alternatif oluşturmaya yetecek güçlerinin olduğunu göstermeye çalışmışlardır. Bu tür alternatiflere şiddetle ihtiyaç vardır. Erdoğan'ın yurtdışında insan hakları savunuculuğuna yönelik gelen ilk olumlu tepkiler, özellikle İslam dünyasında olmak üzere, geleneksel insan hakları sistemlerinde gerçekten de doldurulması gereken bir boşluk olduğunu göstermektedir. Ancak, Türkiye'nin veya herhangi bir ülkenin gelecekteki liderleri, kendi vatandaşlarının haklarına saygı gösterebilirlerse alternatif insan hakları anlayışları sunma konusunda çok daha fazla güç sahibi olacaklardır.

EPlogo-ogr.png

Had enough of ‘alternative facts’? openDemocracy is different Join the conversation: get our weekly email

Comments

We encourage anyone to comment, please consult the oD commenting guidelines if you have any questions.
Audio available Bookmark Check Language Close Comments Download Facebook Link Email Newsletter Newsletter Play Print Share Twitter Youtube Search Instagram WhatsApp yourData